Diriliş Dergisinde Siyasi Bir Portre: Turgut Özal

Diriliş Dergisinde Siyasi Bir Portre: Turgut Özal

İslamcı Dergiler, Türkiye kültür ve yayıncılık tarihinde zengin bir birikimi temsil ediyor. İslamcı Dergiler Projesi kapsamında çok sayıda dergi taranıp araştırmacıların hizmetine sunuldu. Biz de bu yazımızda Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinde 13 sayı boyunca devam ettirdiği ve Menderes, Demirel ve Özal dönemleriyle ile ilgili olarak Türkiye’nin bir döneminin siyasi tarihini değerlendirdiği ve kendi özgün fikirlerini ortaya koyduğu “Siyasi bir portre: Turgut Özal” yazı dizisini ele alacağız.

Sezai Karakoç, yazı dizisine başlamadan önce kimsenin bizden, alışılmış bir Turgut Özal portresi çizmemizi beklememesi gerektiğini ifade ederek, bu yazı dizisinin ne ateşli bir övgü, ne de kahredici bir yergi denemesi olacağını vurgulamıştır. Bu yüzden hayranları da düşmanları da çizilen portreye burun kıvırabileceğini belirtmiştir. Yazı dizisini yazma amacının daha çok yeni nesiller için yani, “diriliş nesli” olarak ifade ettiği gençler için olduğunu vurgulamıştır. Diriliş neslinin günü sağlıklı ve mümkün olduğu kadar tarafsız değerlendirmesini istediğini belirtmiştir. Yazı dizisinin başlığı Turgut Özal ile ilgili olmasına rağmen, Turgut Özal ile ilgili değerlendirmenin son üç yazıda ifade edildiği görülmektedir. Bu dizinin ana omurgasını Menderes ve Demirel dönemlerinin değerlendirilmesi oluşturmaktadır. Bu dönemlerde yapılan hatalara gelecek nesillerin düşmemesi yazının ortaya çıkmasının temel sebebidir. Yazarın yazı dizisini kaleme aldığı dönemde Özal’ın siyasi hayatına başbakan olarak devam ediyor oluşu ve cumhurbaşkanlığa seçildikten sonra farklı bir Özal portresinin ortaya çıkabileceği gerçeği yazı okunurken göz önünde bulundurulmalıdır.[1]

Karakoç, Turgut Özal’ı yakın siyasi tarihimizin daha iyi anlaşılması için merkezi bir kişilik olarak görmüştür. Bu dönemi aydınlatabilmek için ilk önce Menderes öncesi dönemi, Menderes dönemini ve ondan sonraki dönemlerin değerlendirilmesinin yapılması gerektiğini ifade etmiştir. Turgut Özal döneminin değerlendirmesinin tam olarak yapabilmesinin ise, bu döneminin henüz sürmekte olması nedeniyle henüz mümkün olmadığını ifade ederek, bu yazı dizisinin ana amacının Turgut Özal hakkındaki son ve kesin hükmü vermek olmadığını ifade etmiştir.[2]

Tek partili hayattan çok partili hayata geçiş, halkın hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bir ölçüde halkın devreye girmesi ile birlikte Tanzimat’tan beri batı tipi bir idare biçimiyle idare-halk diyaloğuna engel olan bürokratik yapının zayıflatılması hususunda ilk işaret fişeğinin ateşlenmesidir. Ancak Karakoç’a göre halkın 1950’den sonra ilk defa devreye girdiği düşüncesi sanılanın aksine yanlış bir düşüncedir. Çünkü; Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde Batı tipi yönetimin ve sözde halkın devreye girmesi fikirleri zaman zaman yürürlüğe sokulmuş fakat sonunda bürokrasinin diktatörlüğü ile son bulmuştur.[3] Çünkü Karakoç’a göre hiçbir hareket derin bir gönül zenginliği ile halka kök salmasını bilememiştir. Ona göre halkın ‘gerçek’ devreye girişi, çok partili siyasi hayata geçiş de dahil olmak üzere Tanzimat’tan bu yana hiçbir zaman söz konusu olamamıştır. Çünkü, ona göre halk iki türlü devreye girer. Önce aydını vasıtasıyla, sonra ise doğrudan doğruya. Halkı günümüzde doğrudan doğruya devreye sokmak isteyenler, aydınını ona karşı, ya da en azından ona yabancı yapmaya çalıştıklarını belirterek, Aydının yozlaştırıldığını ve bu şekilde halkın da yozlaştırılarak devreye sokulmak istendiğini ifade etmiştir. Buna rağmen halkın direndiğini ve direne direne değiştiğini, zaman zaman o yoz aydını sarstığını zaman zaman da kendisi sarsıldığını ve sarsıla sarsıla tarihin ağır dişlileri arasında yaşamaya çalıştığını belirtmiştir.[4]

Karakoç, tek parti rejimi, o zamanın deyimiyle, pasif bir ihtilalle, yani seçimle devrilmişti. Ancak Demokrat partinin kendisi yani, halk tarafından yeşil ışık yakılan parti de fikirce Cumhuriyet Halk partisinden pek farklı değildi. Demokrat parti, geçmişten ve gelenekten hiçbir şey kabul etmiyordu. Demokrat partiye göre din, İslam, çok sınırlı ve bir kişi hakkı olarak görülüyordu. Karakoç, Demokrat partinin yapmış olduğu en büyük hatanın ise kendisine ‘tek muhalefet’ yaratmış olması olarak ifade etmiştir. Eğer 1945-50 arasında özgürlükler biraz daha geniş tutulsaydı ya da Demokrat parti iktidara gelir gelmez, dikta kanunlarını kaldırıp gerçekten çok partiye izin verseydi muhtemelen sonraki dönemde hem ülkenin hem de kendisinin başına gelen musibetlerin daha hafif cereyan edebileceğini belirtmiştir. Ama Demokrat parti bunu yapmayarak kendi bindiği dalı kendi eliyle kesmiştir. Alternatifleri olacak ne kadar, kurulan muhafazakar ve halk partisine zıt parti varsa tasfiye etmiştir. Menderes’in Halk partisini tek muhalefet partisi değil de muhalefet partilerinden birisi haline getirmesi gerekirken kurulan partileri bir takım gerekçelerle ortadan kaldırılmasını hayatıyla ödemiştir. Çünkü Karakoç’a göre Demokrat partide yer alan kişiler tek parti döneminde yetişen kişilerdi. Halk partililerin de Demokrat partililerin de farklı fikirlere tahammülleri yoktu. Demokrat parti döneminde halka bir parça nefes aldıracak adımlar atılmıştır. Fakat Müslüman aydın hala baskı altında ve İslam’ın toplumla ilgili fikirleri hala yasaktı.[5]

Karakoç, Menderes’in ülkeyi maddi ve ekonomik anlamda bir dinamizm getirdiğini kabul etmekle birlikte bu durumun plansız ve programsız yapılmasından bahseder. Aynı şekilde girişilen kalkınma hamleleri, adil bir kalkınmayı esas almamış, particilik ya da başka nedenlerle diğer devirlerde olduğu gibi bu devirde de başkaları kendilerine haksız çıkar sağlamışlardır. Girişilen kalkınma hamlelerinin öncelikli olarak manevi temelli ya da en azından madde ile manayı dengeli bir şekilde götüren bir kalkınmayı esas almamıştır. Bu durumun Demirel ve Özal dönemlerinde de farklı olmadığını belirtmiştir.[6] Bundan ötürü Karakoç’a göre bu zamana kadar iktidara gelen hükümetlerin en önemli hatasının gerçek temelli ve kültür esasına dayalı manevi bir kalkınmanın, maddi kalkınmanın da bir garantisi olacağını düşünememesi olduğunu belirtir. Hatta ona göre “İslam iddialı” partilerin bile bütün iddiası, maddi kalkınmayı yapmaktan ibarettir. Oysaki hafif bir kültürle ağır sanayi kurulamaz. Sanatı, folklor etkinliği ile ölçen bir ülke ile ağır sanayi kalkınması yapılamaz.[7]

Karakoç, Menderes’in dış politikada Bağdat paktı gibi önemli girişimlerinin Müslümanlar arasındaki diyaloğu güçlendirmesi açısından önemli bir girişim olarak görmüştür. Bunun yanında dış politikada Menderes’in yapmış olduğu icraatların halk partisi dönemi dış politikasından pek de farklılık göstermediğine dikkat çekmiştir. Birleşmiş milletlerde Cezayir’in aleyhine oy kullanmak, Tunus’un Cezayir’in bağımsızlığına karşı olmak, bunlardan en önemlileridir. Bu gibi daha birçok konuda Menderesin dünyadaki Müslümanların çıkarlarını gözeten politikalardan daha çok halk partisinin kayıtsız şartsız batıya teslim olma siyasetini devam ettirdiğine dikkat çekmektedir.[8]

Karakoç’un 27 Mayıs ihtilali ve 12 Eylül hareketi olarak ifade ettiği 1980 askeri darbesi ile ilgili görüşleri ise dikkat çekicidir. 27 Mayıs İhtilalinin şiddetli bir deprem gibi milletin ruhunu sarstığını ifade etmiştir. Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, İttihat Terakki isyanları gibi birçok isyanın olduğunu fakat devletin bunların cezasını verdiğini belirtmiştir. 27 Mayıs ihtilalini yapanlar ise el üstünde tutuldukları için 1960’lı ve 1970’li yıllarının çalkantı içerisinde geçirildiğini, 12 Eylül hareketi diye ifade ettiği 1980 askeri darbesinin ise bu 20 yıllık anarşi ve kaosa bir nebze dur diyebildiğini ve ülkenin bir parça olsun ferahakavuştuğunu belirtmiştir.[9]

27 Mayıs ihtilalinin ortaya çıkardığı milli birlik komitesini halk tasvip etmemiştir. Nitekim bu yüzden Karakoç’a göre Adalet partisinin başında Demirel dışında başka birisi de bulunsaydı halk yine ona teveccühte bulunacaktı. Buna rağmen 1965 seçimleriyle fiilen tasfiyeye uğrayan 27 Mayıs hareketçileri sistemi istedikleri şekilde kurmuşlar ve kendileri de mevkilerini, mali durumlarını, geleceklerini garantilemiş bir durumda adeta sistemin işleyişini arkadan kontrol etmeyi bilmişlerdir. İktidarı alan Demirel’e çok büyük görevlerin düştüğünü fakat tecrübesizliği, mizacının aşırı ihtiyatlılığı ve kadrosunun yetersizliği sebebiyle kendisi de partisi de halk da uzun yıllar sıkıntı çekmiştir. Karakoç’a göre bu durumun en önemli nedeni halkın büyük teveccühüne rağmen Demirel’in cesaretli davranamayıp halkın çıkarlarını gözetecek ve 27 Mayısçıların kurmuş oldukları düzeni sarsacak bir anayasa yapım sürecine girişmemesi olarak belirtmektedir.[10] 1969 yılında seçimi kahir ekseriyetle kazanmasına rağmen 27 Mayıs düzeninin tortularıyla gerçek anlamda bir hesaplaşmaya gitmediği için üniversite ve sokak hareketlerinin, Menderes’i yıkan tek parti zihniyetine sahip bürokrasinin aleyhine çalışması sonucu ve 1971’de kuvvet komutanlarının zorlamasıyla istifa edip yönetimi devretmiştir. Karakoç’a göre 12 Mart hareketi başlangıçta 27 Mayıs doğrultusunda bir hareketti. Meclisi feshetmedi, 27 Mayıs’a göre oldukça yumuşak davrandığını ancak ülkeyi sol reformist bir baskı altında tuttuğunu ifade etmiştir. Son tahlil de ise 12 Martçıların asker ve sivil kökenli yöneticileri arasında uyuşmazlık olması üzerine askerlerin ilk etapta hâkim olanları tasfiye ederek sağa doğru eğilim göstererek daha demokratik bir Türkiye’ye dönmek zaruretini hissettiklerini ifade etmiştir.[11]

Karakoç, 12 Eylül 1980’de askeri müdahalesinin, 27 Mayıs ve 12 Mart askeri müdahalelerini aksine zaruret teşkil ettiğini belirtmiştir.12 Eylül askeri müdahalesinin sokağa çıkamaz hale gelmiş olan halk için son derece beklenen bir hareket olduğunu vurgulamıştır. Buna rağmen, askeri müdahalelerin engellenememesi hususunda en büyük sorumluluğun da hakeza Demirel’den kaynaklandığını belirtmiştir. Nitekim Demirel, askerler tarafından hep ekonomik çıkmazlar nedeniyle çağırılıyor. O da ekonomiyi az çok düzene koyuyor, sonra Demirel’e ödevini yaptın artık gidebilirsin havası çalınıyordu. Muhalifleri siyasi çalkantılar başlatıyor, bu duruma anarşi ve terör de eklenince zaman içinde askerler hazırlanıp devreye sokuluyordu. Ancak Demirel’de böyle bir durum için adete hazır bekliyor, böyle bir akibeti engellemek için hiçbir girişimde bulunmuyordu. Adeta kendisini iktidardan edecek olan hareketleri ve girişimleri mütevekkil bir suretle bekliyordu. Ekonomide göreceli olarak başarılı olan Demirel, kendisinin siyasetteki ihtiyatlılığı sayesinde asker ve politikacılar arasındaki çatışmaları önlediğini iddia ederek aslında sorunların hallini meçhul bir tarihe ertelemiştir.[12]

Karakoç’a göre Özal siyasette doğuşunu 12 Eylül’e borçludur. 12 Eylül yetişmiş kadroları tasfiye etmiş, bunların yerine boşluğu dolduracak nitelikte birisine ihtiyaç duyulmuştur. Özal’ın Menderes ve Demirel’den farkı memuriyetin ve bürokrasinin bütün kademelerinden hatta özel sektör yöneticiliğinden geçerek başbakanlığa gelmesidir.[13] Karakoç, politikaya elli beş yaşında girdiğini söyleyen birisinden nasıl dava adamı olur diyerek, Özal’a biçilen dava adamı misyonunu eleştirmiştir. Nitekim Karakoç’a göre Özal, bir idealin ve davanın fazla uzağında durmamakla birlikte yakıcı merkezinde de hiçbir zaman yer almamıştır. Özal’ın kendisinin de böyle bir iddiaya sahip olmadığını belirterek Özal’ın kapitalist düzeni savunan, ortak pazara girmeyi hedefleyen, Batılılaşmayı isteyen birisi olduğunun zaten bilinmekte olduğunu belirtmiştir. Ancak Özal ne pahasına olursa olsun “Batılılaşalım” fikrini asla savunmamıştır. Kendi kültürel kimliğimizi koruyarak da Batılı sistem içerisinde yer alınabileceğini iddia etmiştir.[14]

Karakoç, Özal’ın Menderes ve Demirel’in ortaya koymuş olduğu ekonomi politikasını daha keskin bir çizgiyle devam ettirdiğini iç ve dış politikada ise genel hatlarıyla kendisinden önce izlenilen politikayı sürdürdüğünü vurgulamıştır. Menderes ile karşılaştırıldığında ise dış politikada daha çekingen ve ihtiyatlı olduğu görülmektedir. Karakoç, Özal’ın ekonomide attığı bazı adımları ise örneğin, konut fonu, sosyal dayanışma fonu gibi girişimlerin serbest pazar ekonomisine geçilmesiyle birlikte ortaya çıkacak sorunların dizginlenmesi ve kapitalist sistemin kendi içerisinde düzeltilmesi olarak görmüştür. Özal’ın Menderes ve Demirel’den daha başarılı olduğu noktanın ise iç güvenliğe önem vermesi, asayişsizliğin üzerine gitmesi, askerler ile iyi bir diyalog kurması olduğunu vurgulamıştır. Dış politikada ise batıcı çizgiden ayrılmamakla birlikte İslam ülkeleri ile de sınırlı da olsa ilişkileri geliştirme niyetinde olduğu özellikle Müslüman ülkeleriyle ticaretin geliştirilmesi için çaba sarf ettiği ifade edilmiştir.[15]

Karakoç bu yazı dizisini kaleme aldığında Özal’ın siyasi hayatı devam etmektedir. Bundan dolayı Karakoç, Özal’ın siyasi portresinin henüz tamamlanmamış bir porte olduğunu ifade etmiş, Özal’ın kendi iradesi ve tutumu neticesinde bu portrenin gittikçe kesin çizgilerle belireceğini ifade etmiştir. Özal’ın İslam dünyasının hasretini çektiği bir dava adamı olmadığı vurgulanmıştır. Çünkü, Karakoç’a göre dava adamları planları, programları ve hedefleri olan liderlerdir. Ancak bizim ülkemizde siyasetçiler hep olağanüstü durumlarda ve çoğunlukla ülke ilgili bir mefkureleri ve siyaset yapma ile ilgili bir düşünceleri yokken iktidara gelmişlerdir. Daha doğrusu olağanüstü şartlar ve askerlerin baskısı, onları iktidara getirmiştir. Askerlerin siyasetçilerden temel beklentisi ise ekonominin rayına oturtulmasıdır. Karakoç, her ne kadar Menderes, Demirel ve Özal döneminin ortaya çıkardığı ekonomik dinamizmi övse de bu maddi gelişmeye, manevi ve kültür temelli bir gelişme eşlik etmediğine dikkat çekmiştir. Ülkedeki partilerin gelişmişlikten anladığı tek ölçütün ekonomik kalkınma olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca Karakoç, her üç liderin de tek partiden kalan pasif dış politika geleneğini devam ettirmekte ısrar ettiğini, çoğu zaman Müslüman dünyanın haklarını savunmak hususunda geri durduklarını vurgulamıştır.

[1]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal”, Diriliş 7, sayı 1 (1988): 14.

[2]Sezai Karakoç.

[3]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -3”, Diriliş 7, sayı 3 (1988): 12.

[4]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -2”, Diriliş 7, sayı 2 (1988): 16; Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -3”.

[5]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -3”.

[6]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -4”, Diriliş 7, sayı 4 (1988): 13.

[7]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -5”, Diriliş 7, sayı 5 (1988): 13.

[8]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -6”, Diriliş 7, sayı 6 (1988): 12; Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -7”, Diriliş 7, sayı 7 (1988): 13.

[9]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -7”.

[10]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -8”, Diriliş 7, sayı 8 (1988): 12.

[11]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -9”, Diriliş 7, sayı 9 (1988): 12.

[12]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -10”, Diriliş 7, sayı 10 (1988): 12; Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -11”, Diriliş 7, sayı 11 (1988): 12.

[13]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -11”.

[14]Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -12”, Diriliş 7, sayı 12 (1988): 16.

[15]Sezai Karakoç; Sezai Karakoç, “Siyasi Bir Portre: Turgut Özal -13”, Diriliş 7, sayı 13 (1988): 16.

Paylaş:

Yazarın Diğer Yazıları