İslamcılık Çalışmalarında Yönelimler Çalıştayı Raporu Birikim Dergisinde

İslamcılık Çalışmalarında Yönelimler Çalıştayı Raporu Birikim Dergisinde

İslamcılık: Önce Kendini Sonra Dünyayı Islah Etmenin İmkânını Aramak*
Ertuğrul Meşe

İslamcılık, neredeyse bütün sosyal, siyasal ve entelektüel bileşenleri ile ilk ortaya çıktığı 19. yüzyıldan bugüne değin, AKP iktidarı ile ilk defa toplumu, eğitimi, ekonomiyi, iç ve dış siyaseti belirleme kudretini ya da imkânını bulmuş bir ideolojidir. Bu imkânı ne kadar değerlendirdi ya da siyasal anlamda toplumsal dünyayı istediği istikamette ne kadar değiştirdi? Ya da İslamcılık çatısı altında toplanan yapılar veyahut da kendini İslamcı olarak niteleyen ve karar verici konumunu işgal eden aktörler, sahip oldukları İslamcı dünya görüşü doğrultusunda ürettikleri fiiller ile mağdurların, mazlumların, kadınların, çocukların yani bir bütün halinde bireylerin ne kadar kalbine dokundu, aklına yattı ve vicdanına şavkı vurdu? Rahatsız olduğu modern kapitalist dünyanın ve onun tüketim alışkanlıklarının, sürekli olarak insani olanı azaltan, siyasal, sosyal ve ekonomik süreçlerin insan haysiyetini işlevsiz kılması karşısında sömürülme, hükümsüzleştirilme ve mülksüzleştirme süreçlerin neresinde durdu? Bu ve daha fazla soruların muhatabı olan İslamcılık, bu süreçler içinde kendine nasıl bakmaktadır ya da bakmalıdır? Bu son soruya, bu yazıda cevap kabilinden, İslamcı kimi çevrelerde yapılanlar hakkında kısa bilgiler vermeye ve bu sürece dair kendi görüşlerimi aktarmaya çalışacağım.

Türkiye’deki İslamcılık çalışmalarına ulaşılabilir ve kullanılabilir bir hafıza oluşturma amacıyla İLEM (İlmi Etüdler Derneği), İslamcı Dergiler Projesi’ni 2013 yılından itibaren kapsamlı çalışmalar yürüterek hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu konuda ilk yapılan sempozyum 1960-1980 Arası İslamcı Dergiler (İlem Yayınları 2016) adıyla kitaplaştırılmıştır. İkinci sempozyumun birikimi ise İslam’ı Uyandırmak 1-2 (İlem Yayınları 2018) adıyla okurlara ulaştırılmıştır. Üçüncü sempozyum ise İslamcı Yayıncılığın Yüz Yılı: 1908’den Günümüze İslamcılık Düşüncesi ve İslamcı Dergiler adı altında yapılmıştır. Bu son sempozyum bildirilerini temel alan, ama İslamcılık alanında yazanların da özgün katkılarını içeren “Bir Başka Hayata Karşı” (İlem Yayınları 2019) adlı dört ciltlik doyurucu bir çalışma ile İslamcılık çalışmaları süreci bu güne getirilmiştir. Ayrıca İLEM, İslamcı Dergiler Projesi’ni de bir arşiv olarak çok nitelikli bir biçimde hayata geçirmiş ve araştırmacıların kullanımına açmıştır. Ayrıca bu proje kapsamında sözlü tarih çalışmaları da yapılarak, İLEM’in internet sitesi üzerinden araştırmacıların kullanımına sunulmuştur. Bu açıdan İLEM kapsamında yürütülen çalışmalar, Türkiye’deki İslamcılık literatürüne hatırı sayılır bir saygıyı hak eden çok önemli katkılar sunmaktadır. Ayrıca “İslamcılık çalışmalarında daha fazla neler yapılabilirin imkânlarını” tartışmak için İLEM bünyesinde 15 Haziran 2019 tarihinde İslamcılık Çalışmalarında Yönelimler Çalıştayı yapılmış ve çalıştay raporu yayınlanmıştır. Çalıştayda İslamcılık çalışmalarının dünü, bugünü, yarını ve alandaki genel eğilimler, problematikler ve eksiklikler tartışıldı. Adı geçen çalıştayda İslamcılık konusundaki meramımı, süre elverdiği kadarıyla aktarmaya çalıştım. İLEM’in yayınladığı çalıştay raporuna katılmakla birlikte, İslamcılık konusunda yapılan çalışmalarda, aşağıda yer alan naçizane tespitlerimin de dikkate alınmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

Teori, nesnellik ve kaynak sorununa dair

Genel olarak Türkiye menşeli İslamcılık ideolojisine dair üretilen akademik literatüre bakıldığında, teorik bakışın belirgin bir biçimde kendini hissettirmediği söylenebilir. Bu durumdan Türkiye’deki diğer ideolojilere dair yapılan çalışmalar da muaf değildir. Oysa insana ve topluma dair üretilecek olan literatürü teorik bir bakış açısıyla inşa etmek hem inşa edilen metnin niteliğini artırır hem de araştırma nesnesi olan alana katkı yapar. Bu nedenle İslamcılık çalışmaları yürütülürken, içinde yaşanılan dünyanın dünde, bugünde olan ve yarın da olabilecek olan sorunlarına dair felsefenin, sosyolojinin, psikolojinin yani insan bilimlerinin üretmiş olduğu teoriler, kavramlar ve paradigmalar dikkate alınarak çözümlemeler yapılmalıdır. Örneğin İslamcılık çalışmalarında felsefenin ürettiği ahlak-siyaset pratiklerine dair perspektifler, sosyolojinin ürettiği ben-öteki, madun/mağdur, yöneten-yönetilen vb. ilişkisine dair üretilen kuramlar ve kavramsal araçlar kullanılarak, araştırılan konu alanı bir de bu gözle ele alınmalıdır. Bir başka örnek olarak da klasik ya da modern sosyal bilimcilerin üretmiş olduğu kavram/teori demetleri ile İslamcı geçmişin ürettiği birikime ve o birikimi dünde ve bugünde kullananlara sağladığı sosyal sermayelerin tespit edilmesine ve içselleştirilen İslamcı benliklerin gündelik yaşama yansımalarına dair eleştirel çalışmaların yapılması alanı daha da zenginleştirecektir.

Genel olarak kendilerini İslamcı anlam ve yaşayış dünyasına yakın hissedenlerin yaptığı çalışmalarda sürekli olarak, İslamcı bakiyenin ve ürettiği geçmişin derinlikli bir sorgulamasının ya hiç yapılmadığını ya da bu sorgulamanın yüzeysel kaldığını görmek mümkün. Daha çok araştırmalara hakim olan genel akademik hava, İslamcı geçmişin, açık ya da gizli nostaljik bir onayı biçimindedir. İslamcılığın bugünkü ahvaline, yani bir iktidar pratiği olarak İslamcı iktidara ve onun yaptıklarına ve topluma bakışına dair üretilen yazılarda ise, genel olarak İslamcılığın ikbalini garanti altına almaya, özel olarak da bu fikir mesaisini yapanın dünyevi maişet kaygısını korumaya dair bir hava hâkim olduğu için, halin topyekûn bir onayı var. Kendilerini İslamcı dünyaya dâhil hissetmeyen ve genel olarak İslamcılığın muarızı bir yerde kendini konumlayanlarda ise, İslamcılığın bu topraklardaki serencamı boyunca, insani ve toplumsal kazanımlarını görmemek biçiminde net bir eleştirellik, daha doğrusu bir reddiyecilik var. Her iki durum da İslamcılık çalışmalarının derinliğini olumsuz bir biçimde etkilemektedir.

İslamcılık çalışmalarına büyük bir katkı olan İLEM’in hayata geçirdiği İslamcı Dergiler Arşivi, alanın en önemli hafızası ve arşivi olarak, bu konuda çalışacak olanlara büyük imkânlar sunmaktadır. Ancak bu arşivde yer alan birçok İslamcı öncülün, yaşadığı dönemde İslamcı bir birey olarak yaşadıklarının İslamcılık açısından ne anlama geldiğine dair kendini derinden duyumsatan bir eksiklik bulunmaktadır. Konu hakkında yapılan sözlü tarih çalışmalarında, yazılan hatıratlarda ve biyografilerde ise, ilgili bireyin İslamcılığa dair sosyalleşme ve bilinçlenme yolculuğu dikensiz bir gül bahçesine giren birinin haleti ruhiyesi içinde, sorgusuz sualsiz atlatılan ve kurtarılmışlardan yani arındırılmışlardan olmanın fazilet timsali olarak anlatılmaktadır. Acaba bir insanın sosyalleşmesi bu kadar mutlu mesut yaşanan bir süreç midir? Bu ve benzeri durumlar İslamcılık çalışmaları açısından önemli bir problem alanı ve aynı zamanda kaynak sorunudur. İslamcılık çalışmalarını oldukça zenginleştirecek olan İslamcı öncüllerin hatıratlarının tamamı maalesef ki yayınlanmamıştır. Bu durum İslamcı geçmişi bütün boyutları ile anlama noktasında, bu alanda çalışanların en önemli kaynak eksiğidir. Yayınlanan hatıratlarda ise, hatırat yazım türünün doğasından kaynaklanan öznel bir dilin hâkimiyeti söz konusudur. Bu hatıratlarda genel olarak yaşanan ömrün haklılığını onaylayıcı bir anlatım göze çarparken, hatırata konu olan olaylar yaşanırken içine düşülen yeisler ve yapılan hatalardan ise genel olarak hiç söz edilmemektedir. Örneğin Zübeyir Yetik’in Geçmişten Notlar (Beyan Yayınları 2008) adlı hatıratı bu konuda ilginç veriler sunar. Yetik, hatıratının, Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin kuruluşunu anlattığı kısımda, derneğin kuruluşunda kendi hakkının yenildiğinden bahsederken, aynı derneğin bakiyesi içinde yer alan İslamcıların Kanlı Pazar olayındaki etkisine dair özeleştiri içeren bir mahcubiyet emaresini dahi göremezsiniz. Ki olayların fitilini ateşleyen figürlerin başında gelenlerden bir olan Mehmet Şevket Eygi, nedamet getirmediği gibi, hala aynı provokatif noktada durduğunu pişkinlikle dile getirmiştir. Bu gibi durumları dikkate aldığımızda, bir biçimde İslamcı geçmişini yazacak olanların, en azından geçmişte kendi yapıp ettiklerine dair bir özeleştiri getirmesi ya da en azından bir hayıflanma göstermesini beklemeliyiz.

“üstad”lar, dil ve faillik sorununa dair

İslamcılık çalışmalarında, İslamcı figürlere (özellikle Necip Fazıl Kısakürek, Said Nursi, Kadir Mısırlıoğlu vb.) hep bir “üstat” gözüyle bakıldığı için, bu kişilerin bir insan olarak yaşadıkları süreç içinde yaptıkları hatalar, tutarsızlıklar ve içinde düştükleri insani zafiyetler göz ardı edilmekte, söyledikleri ve yazdıkları sanki İslamcılığın mütemmim cüzü gibi kabul edilmektedir. Örneğin Kadir Mısırlıoğlu gibi bu topraklarda olan biten her şeyin müsebbibi olarak Cumhuriyet dönemini gören, buradan yıkıcı bir üslupla saldırı üreten ve vulgerist bir laf ebeliği yapan birisinin yazdıklarının İslamcılık sayılması ve bunların da ilgili muhitlerde kabul görmesi oldukça sorunlu bir durumdur. Üstelik aynı muhitler sahip oldukları dünya görüşü ile toplumu kucaklama iddiasındadırlar. Oysa bu tür figürlerin ürettiği ve dolaşımda tuttuğu ve oldukça da kabul gören bu söylemler, İslam’ın nezaket dili ve ahlakı ile hiç de uyuşmadığı gibi bu söylemlere tenezzül edenlerin özne olamadıklarının da ikrarıdır. Çünkü özne olmak aklını ve vicdanını “üstad”lara kiraya vermemek ve kendisi gibi ötekilerin de haysiyetine saygı duymak olduğu gibi, özne olmak, aynı zamanda İslam’ın put kırıcılığını da hatırlamaktır.

“Üstad”ların ürettiği sorunlu İslamcı literatür, bugünün İslamcılarının düne bakışını sonuna kadar belirlediği için, özellikle Türkiye’nin yakın tarihi, en hafifinden “reklam arası” olarak görülmekte ve reddedilmektedir. Acaba böylesi yıkıcı bir bakışın etkisinden kendini kurtaramayan ortalama İslamcı bir muhayyilenin bu toplumu kucaklaması ne kadar mümkündür. Cumhuriyete dair zihinsel dünyalarındaki bu manipülatif bilgiler İslamcılığın bu topraklarda eyleyen toplumun tamamıyla arasındaki en önemli engeli oluşturmaktadır. Türkiye’deki İslamcılık, toplumun tamamıyla arasında duran bu engeli aşmak için Cumhuriyetle ve bu topraklarda yaşayan ve kendilerinden farklı olan bütün bir yapı ile barışmak zorundadır. Sürekli olarak Cumhuriyet dönemini bir “ihanet” olarak görmekten vazgeçmelidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecini hamasetten uzak bir biçimde okumaya çalışmalıdır. Buradan ürettiği “Ulu Hakancı” muhayyilenin sürekli olarak Cumhuriyet’i suçlayan komplocu, milliyetçi, saltanatçı ve hilafetçi sağcıl dilinden vazgeçmelidir.

İslamcılık çalışmalarında ve bu çalışmalara referans olan ana metinlerde ve anlatılarda sürekli olarak Tek Parti dönemi kötülenir. Bu kötüleme neredeyse ilgili literatürün kendi haklılığını sağlamak adına sarıldığı ve biraz da abarttığı bağımlılığıdır. Oysa İslamcılığın, Tek Parti dönemindeki mağduriyetleri ne kadar gerçek ise, 1950’li yıllardan itibaren bugüne kadar, İslamcı hareketin bir biçimde sebep olduğu toplumsal olaylardaki failliklerinin de toplumun birçok kesimine benzer mağduriyetleri yaşattığı bir gerçektir. Türkiye’deki benzer ya da farklı faillikler, ürettikleri fiillerin sonuçları ile yüzleşmeli ve bu olaylardaki kendi payına düşenlerden özür dilemeli ve aynı yüzleşme ve özür dilemeyi İslamcılar da yapmalıdır. Örneğin Kanlı Pazar, Madımak, Roboski ve Gezi Olayları sırasında kendini İslamcı olarak tanımlayanlar, yaşanan mağduriyetler karşısında yerleştikleri konumlarını ve bu olaylara dair ürettikleri ötekileştirici nefret dilini sorgulamalıdır.

Eleştirellik ve güç istencine dair

Her türden siyasallığın içinde o harekete vicdanını veren sesler ve kalemler vardır. Eleştirelliğini yitirmemek için verili olanın dışında düşünmeye çalışan İslamcı aydınların seslerinin kısılması, neredeyse, eleştirel düşüncenin kaderi gibidir. Ancak bir hareketteki eleştirellik damarının diri tutulması, o harekete özdüşünümsellik ve vicdan verir. Dün Nurettin Topçu’nun, İslam Sosyalizmi-Anadolu sosyalizmi tartışmalarını başlattığı için nasıl yakası toplanıp sesi kısılmışsa, bugün de, içinde olduğu harekete dair eleştirel bir dil üreterek katkı yapan İhsan Eliaçık gibi aydınların sesi kısılmakta, Abdurrahman Arslan gibi özeleştiri örneği olanların da sesi duymazdan gelinmektedir. Dahası mevcuttaki İslamcı iktidara ve onun ürettiği politikalara dair en hafifinden bir eleştiri imasında bulunan gazetecilerin işlerine son verilmektedir. Bu İslamcılığın geleceği açısından oldukça sorunlu ve düşündürücü bir durumdur. Bu konuda Akif Emre, Hamza Türkmen, Kemal Öztürk ve Levent Gültekin gibi kişilerin ürettikleri eleştirel katkılar göz ardı edilmemelidir.

İslamcılık üzerine yazılan metinlerin kahir ekseriyetinde ve bu alana dair yapılan çalışmalarda, İslamcılığı sürekli iktidar talebi üzerinden tanımlayan bir eğilim var. Bu eğilim son zamanlarda İslamcılığı bitimsiz bir iktidar talebine/hastalığına hapsetmiştir. Kimi zaman açık kimi zamansa örtük bir biçimde İslamcı muhayyile, bilinçaltındaki hilafet/saltanat özlemlerinin yazınsal mesaisi haline gelmektedir. Dünyanın ve özellikle Müslümanların mevcut durumu ile uzaktan yakından uyuşmayan bu durum, İslamcılığın sadece bir güç istenci haline gelmesine ve kısırlaşmasına neden olmaktadır. Bu kısırlaşmanın önüne geçebilmek, en başta bu dilin üretildiği siyasallığı sorgulamayı gerektirir. Oysa İslam, temel metne bakıldığında en başta ahlaklı, adil, tutarlı, tevazu sahibi ve şefkatli olmayı insana buyuran bir yaşam tarzı/bir var olma biçimi olduğu için katıksız bir iktidar talebini bu alanlara öncelemez. Mağduriyet hafızası ve cemaatsel aidiyetlere dair İslamcılığın Tek Parti dönemindeki mağduriyetlerinden dolayı üretilen ana metinleri ve bu metinlerin izler kitlesinin Tek Parti dönemine dair “mağduriyet hafızasının” bugüne değin neden olduğu toplumsal ve siyasal sonuçları, ahlaki ve vicdani bir gözle yeniden değerlendirilmelidir. Aslında, birçok farklı etnik, dini (genel olarak gayrimüslimler, Aleviler ve Kürtler) ve siyasi grubun (sol gruplar) yaşadıkları mağduriyetler göz önüne alındığında, dolaşımda tutulduğu kadar mağdur olunmadığının da kabul edilmesi gerekir. Üstelik sürekli dinç tutulan bu mağduriyet hafızası, onu yaşatanların ufuklarını daraltmakta, kalplerini karatmakta ve yeise düşmelerine neden olmaktadır. Aynı zamanda bu hafıza, aynı çevrelerin kendilik algılarını onarılamaz bir biçimde yaraladığından dolayı, ilgili döneme kem gözle bakılmaya devam edilmesini beraberinde getirmekte ve bütün bunlar ise İslamcı failleri, varlıklarını hasetle mümkün görme körlüğüne düşürmektedir. İslamcılığı böylesi bir kısırlaşmaya hapsetmeyi ve kendilerine dert gördükleri ile kendilerini zehirlemeyi ve kalplerini hasisleştirmeyi İslamcılar yapmaktadır. İslamcılık çalışmalarında bunun üzerine de düşünülmesi gerekir.

Bir ideoloji olarak İslamcılık ve bu alana dair üretilen İslamcılık çalışmaları, çoğunlukla kendini cemaatlere ve onların sosyal, siyasal ve beşeri sermayelerine mahkûm olmaktan kurtarmalıdır. İslamcılık, belli bir İslami yorumun ve amelin sınırlarına hapsedilmemelidir. Çünkü Türkiye’deki ve dünya genelindeki mevcut cemaatsel yapıların, özel olarak İslamiliği ve genel olarak da dinselliği sonuna kadar tartışmalıdır. Türkiye’deki mevcut cemaatsel örgütlenmeler, muhafazakâr bakışın dillendirdiği kadim geleneği temsil etmedikleri gibi, bu yapılar sonuna kadar bir şeyhin şahsında harelenen ekonomi-siyaset-güç istenci taşıyan oldukça seküler ve faşizan nitelikler taşıyan hareketlerdir. Bu hareketler içinde yer alanlar aktörler, birçok açıdan toplumsal vicdanı yaralayıcı (15 Temmuz, Aladağ yurt yangını, Karaman’daki çocuk istismarları vb. gibi) fiillerin failleri oldukları halde, iktidarın istediği biçimde dindar çevrelerin ekseriyeti, olan bitenler hakkında bir vicdan muhasebesi yapmadan bu alanlarda yaşanan acılara sessiz kaldılar. Sessizliğin yetmediği durumlarda ise yaşananlardaki kendi paylarına düşen cürümlerin ortaya çıkmasını görünmez kılarak geçiştirdiler, işleyecek olan adalet süreçlerinin akim kalmasını sağladılar. Bu sessizlik ve cürümleri görünmez kılma süreçleri, kimliğini, yaralayıcı toplumsal olayların önünde tutmayan kimi dindarlar ile seküler kesimlerde sarsıntı yarattı. Ancak insanların olan bitenlerdeki kendi paylarını üstlenmemeyi ya da dâhil olduğu grubun ürettiği kötülüğü bir cürüm olarak görmemeyi sağlayan siyasi, dini ve cemaatsel aidiyetlerin sorgulanmaması toplumsal dünyanın kötürümleşmesini beraberinde getirir. Aidiyetlerini ve çıkarlarını koruma adına toplumsal dünyanın kötürümleşmesi tehlikesini dikkate almayan Türkiye’deki hiçbir kişi ya da grup bu cürümden muaf değildir. Konumuz açısından mevcut haliyle, neredeyse gündelik hayatı ürettikleri fiillerle ve vaaz ettikleri beşeri amentüleri ile birçok açıdan belirleyen cemaatler ve onların uluları, müntesiplerinin modern putları olmuş durumdadır. İslamcılık çalışmalarında aidiyetler, cemaatsel bağlar ve onların bir biçimde üretilmesine katkıda bulundukları cürümlerin de toplum olmak adına ahlaki ve vicdani açıdan tartışılması gerekmez mi?

Cihadist-fetihçi dile dair

İslam dini adına üretilen ve daha sonra alanın literatürü olan metinlerde cihadist/fetihçi bir dilin yaygınlığı göze çarpmaktadır. İslamcılık alanında yapılan çalışmalarda geçmişe, bu güne ve geleceğe dair dini olanı merkeze alarak üretilen söylemlere içkin olan ve şiddete doğru evrilme ve ötekine dair nefret söylemi üretme kapasitesi taşıyan metinlerin dilinin sorunlu olduğu kabul edilmeli ve bu dilin dolaşımda tutulmasından kaçınılmalıdır. Üretilen çalışmalarda bu durumun dikkate alınmamasının İslamofobik çevrelerin kendilerine meşruiyet sağlamalarına neden olduğu bilinmelidir. Bu zarureti dikkate aldığımızda İslamcılık çalışmalarında cihat kavramını hem teolojik, hem psiko-sosyal hem de politik açıdan yeniden ele almanın ve ona yeniden bakmanın zorunluluğu ortadadır. Çünkü temel metne bakıldığında, en büyük cihadın Müslüman’ın nefsiyle girmiş olduğu büyük mücadele olarak tanımlandığı görülür ve fethedilecek yeni toprakların ise ilk önce inananların kendi nefislerini terbiye etmek olduğuna dair anlatımlar göze çarpar. İslamcılık konusundaki yeni çalışmaların bu zaviyeyi dikkate almalarının vakti acaba ne zaman gelecektir?

Kapitalizm ve modernizmle ilişkiye dair

İslamcılık, modernizmin içinde doğmuş ve sahip olduğu geçmiş ve temel kabulleri itibari ile ona tepki göstermiş bir ideolojidir. Bu haliyle İslamcılık, ideolojik konumlanma açısından modernizmin çocuğudur. Modernizme karşı bir alternatif olmak istemesi, çocuğun babasına alternatif olmak istemesi gibi psikoanalitik bir durumdur. Ki bu anlamıyla bir din olarak İslam’ın modernizmle yaşadığı bu gerilim, kendine has özellikleri olsa bile, diğer dinler de modernizmle benzer nitelikte gerilimler yaşamaktadır. Diğer dinlerin inananları gibi İslam’ı yaşamaya çalışanlar da, yaşanan mevcut gerilimleri aşmak için hayatlarında bir biçimde sekülarizme kapı aralayarak, yaşadıkları gerilime bir çözüm üretmeye çalışmaktadırlar. Ancak İslam-modern dünya geriliminde Müslümanlar, modern ve kapitalist dünyanın değerlerini/silahlarını kuşanarak ne kadar yol alabilirler? Bir din olarak İslam’ı ve buna uygun dindarlığı kapitalist dünyanın değerlerine göre başarıya, iktidara ve tüketime odaklanmış bir biçimde yaşamak, dinin ruhunu söndürmektir. Bu bağlamda, örneğin İsmet Özel’in Üç Mesele (Şule Yay. 2011) adlı kitabında başlattığı “teknik-medeniyet-yabancılaşma” tartışmasını, yani İslam ve modernizm tartışmasını, son on yedi yıllık süreçte İslami çevrelerin modern dünyanın nimetleri ile girdikleri ilişkilerin niteliğini İslamcıların iktidar deneyimlerini de dikkate alarak yeniden başlatmak gerekir. Müslümanların kapitalizmle olan münasebetlerini (örneğin tüketim, beden ve çevre gibi konularda), genel olarak dindarlık, özel olarak da temel İslami değerler açısından sorgulayan çalışmaların yapılması alana önemli katkılar sunacaktır.

Ataerkilliğe ve paternalizme dair

İslam, onun adına konuşanların anladığı haliyle sadece mağdurların, özel olarak da kadınların ve çocukların gündelik hayatta ne yapacağının vaaz edildiği bir söylem alanına indirgenmemelidir. Kadınların ve çocukların bir özne olduğu gerçeği dindar çevrelerce ve özel olarak da İslamcı mahfillerin tamamı tarafından koşulsuz bir biçimde kabul edilmelidir. Mamafih şu anki haliyle İslam, sadece, kadınların nasıl giyineceğinin, ne kadar çocuk doğuracağının ve erkeklere nasıl itaat edeceğinin, kız çocuklarının kaç yaşında evleneceğinin ve büyüklerine nasıl itaat edeceğinin vaaz edildiği oldukça erkek merkezli bir din görünümündedir. Kadınların nesneleştirildiği ve sadece annelik kimliğine hapsedildiği bir din sunumu karşısında İslamcılık, İslam’ın kadın-erkek, yaşlı-çocuk demeden insana bir özne olarak hitap eden bir din olması yönünde söylemler üretmelidir. Aksi halde mevcut durum İslam’ı ve yaşanan dini ıslah etmeye çalışan İslamcılığı da, daha çok ataerkilliğin ve paternalizmin insan öznelliğini ve haysiyetini aşındırıcı dünyasına hapsedecektir. İslamcılık alanında yapılacak çalışmalarda kadınları nesneleştiren türden bütün dini söylemlerle hesaplaşmak bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun dikkate alınması, İslamcılık çalışmalarına ayrı bir zenginlik katacağı gibi, fiiliyattaki cinsiyet ve yaş ayrımcılığının da önlenmesini beraberinde getirecek ve kadınlara ve çocuklara dinin yaşatan ve özgürleştiren çağrısının da olduğunu gösterebilecektir. Örneğin İslamcı feministlerin ve Reçel-blog, Havle Kadın Derneği ve Kadınlar Camilerde gibi oluşumların, özelde dindar kadınların özgürleşmesi yönünde ürettiği birikimin, İslam ve dindarlık açısından ne anlama geldiği yönündeki özgürlükçü çalışmalar İslamcılık literatürüne önemli katkılar sunabileceği gibi dini alanın kapsayıcılığını da artırabilecektir.

Bitirirken…

İslamcılık çalışmalarında ve literatürüne önemli katkıları olan İLEM ve hayata geçirdikleri İslamcı Dergiler Arşivi, bu alanda çalışmak isteyenlere özel olarak İslamcılığın Türkiye’deki seyrini, genel olarak da Türkiye’nin siyasi ahvalinin geçmişini çözümleme noktasında büyük kolaylıklar sağlamaktadır. İLEM’in İslamcılık konusundaki bu uzun ve meşakkatli mesaisi, Türkiye’deki düşünce tarihini anlamak açısından önemli bir hizmettir. Bunu vurgulamak, üretilen entelektüel emeğe saygı açısından oldukça önemlidir. Yayınlanan son İslamcılık Çalışmalarında Yönelimler Çalıştayı raporu ise, alanda çalışmak isteyenlere alanın temel problemleri ve eksikliklerinin neler olduğunu göstermekte ve bunları aşmak için iyi bir yol haritası sunmaktadır. Bu nedenle İslamcılık çalışmalarının geleceği adına özellikle bu rapor ve genel olarak İLEM’in çalışmaları oldukça önemlidir. Bugün genel olarak dini söylemlerin etkisiyle, özel olarak da İslamcı bir ideoloji ile mevcut dünyayı temaşa eden bir dindar tarafından hayatın nasıl algılandığı ve o dindarla aynı dünyayı paylaşan biri ile inşa edilen sosyal gerçekliğin ne kadar eşitlikçi ve adil bir biçimde yaşanılabilir olduğu hem İslamcıların hem de onun dışında kendini tanımlayanların en temel sorunudur. Bu sorun alanının daha az sorun üretir yönde yeniden inşa edilmesinde, genel olarak dini söylemlerin özel olarak da bu söylemleri kendine araştırma nesnesi olarak seçen İslamcılık çalışmalarının, alanda genel kabul gören hınç üretici söylemlere ve pratiklere eleştirel bir biçimde bakması ve bu dil ile hesaplaşması gerekir. Bu dil ile hesaplaşılmadığında, üretilen dilin vaaz ettiği anlamlar şakirtler, müntesipler ve izler kitle tarafından üretilecek olan şedit eylemlerin icazeti olarak görülme riskini sürekli olarak taşımaktadır. Benim bu yazıdaki muradım, en azından bu noktaya dikkat çekmektir.

*Bu yazı Birikim Dergisi’nin 364. Sayısında,( Ağustos 2019, ss. 52-59) yayınlamıştır.

Kaynak: Birikim Dergisi 364. sayı

Paylaş: